.

   
  HOŞGELDİNİZ GONUL DOSTLARI
  İSLAMDA GENCLİK
 

İSLAM'DA GENÇLİK

Gençler!

Şunu bilmelisiniz ki,Erkâmın evinde karargâh kuran ve İslâmın zaferi elleriyle gerçekleşen, ilk küçük İslâm cemaatinin fertleri hep gençlerdi. Rasûlüllah (s.av.)in Peygamber olarak gönderildiğinde yaşı kırktı. Ebû Bekir (r.a.) ondan üç yaş küçüktü. Ali (r.a) hepsinin kücğü idi. Abdullah b. Mesûd, Abdur-Rahmân b. Avf, Erkâm b. Ebil-Erkâm, Saîd b. Zeyd, Musâb b. Umeyr, Bilâl b. Rebâh, Ammar b. Yâsîr ve onlarcası, yüzlercesi hep gençlerdi.
Bu gençler davetin yükünü omuzladılar. Tebliğ yolunda bunlar, akıl almaz eziyetler karşısında, sabır ve fedâkârlığın en üstün örneğinğ gösterdiler. Onlar gecelerini gündüzlerine katarak, İslâmın yayılmasını ve varlığını kabul ettirmesini gerçekleştirdiler. Bu dinin zafer kazanmasını ve yerleşmesini sağladılar. Kısa bir sürede müslümanların hâkimiyeti gerçekleşti. İslâm hükûmeti ve otoritesi kuruldu. Müslümanlar iki büyük ülkeye, Bizans ve Farsa boyun eğdirdiler. Onların gölgesi (idâresi) doğuda Çine, kuzeyde Hazar, Ermenistan ve Rus ülkesine ulaştı. Şâm, Mısır, Berka, Trablus ve diğer Afrika ülkeleri müslümanların adâletine tâbî oldu. Bütün bunlar otuz beş senede gerçekleşti. Emevîler döneminde hâkimiyet ve otoriteleri Çine, Hindistanın büyük bir kısmına, Türkistana uzandı. Doğuda Çin hududuna ulaştılar, batıda Endülüse (İspanya) girdiler. Abbasî halîfelerinden Haru er-Reşîd, İslâm ülkelerinin genişliğini şöyle anlatabilmiştir:
Yağmurunu istediğin yere yağdır. Nasıl olsa (senin suyunla bitecek mahsûlün) haracı bize getirilecektir.
İşte Ukbe b. NâfîAtlas Okyanusunun kenarında atını dizlerine kadar denize sürüp şöyle haykırmıştır:
Allahım! Ey Muhammedin Rabbi, şu deniz karşıma çıkmasaydı, senin ismini yüceltmek yolunda bütün dünyayı fethederdim. Allahım, şâhid ol...
İşte kuteybe el-Bahilî... Doğunun son noktasına varmış, Çin ülkesine mutlaka girmek isterken yakın adamlarından biri onu ikaz ediyor, diyor ki:
Ey Kuteybe, Türklerin ülkesine daldın. Olaylar zamanın iki kanadı arasındadır; gelir de, gider de (yâni lehine de tecellî eder, aleyhine de...)
Kuteybe sarsılmaz bir im^nla şu cevabı verdi:
Allahın zafer vereceğine sağlam inancım sebebiyle bu ülkelere daldım. Vakit geçerse, hazırlığın faydası olmaz.
İkaz eden şahıs onun azmini ve samimiyetini görünce,
Yoluna istediğin şekilde devam et, ey Kuteybe! Bu Allahdan başkasının kıramayacağı sağlamlıkta bir azimdir demek zorunda kaldı.
Allah rahmet eylesin, İslâm şairi Muhammed İkbal şöle diyor:
Şehirleri fetheden ordulardan önce.Ezanımız Frenklerin kiliselerinde okundu.
Afrikayı da, Büyük Sahrayı da.Yer ateş püskürürken yaptığımız secdeleri de unutma.
Hiç bir gün zalimden korkmadan.
Kılıçlara göğsümüzü açıp yürüdük
Kılıcın parıltısı sanki etrafında çiçek biten.
Yemyeşil bir bahçenin gölgesi gibi idi.

Gençler!

Dünya onlardan daha asil ve şereflisini, daha merhametli ve şefkatlisini, daha yüce ve daha ulusunu, daha üstün ve daha âlimini tanımış mıdır?
İnsanlar kölelik zinciriyle bağlı iken onlar hürriyeti ilân ettiler, akıllar câhiliyyet kelepçesiyle tutuklanmış iken tevhîdi yaydılar, Bizans ve Fars halklarını ihtirasları uğruna savaşa zorlarken onlar adâleti ayakta tuttular.
Başkaları malı zulûmle toplarken onlar hayır yollarında harcadılar. Başkaları annelerini ve kız kardeşlerini satarken onlar ırzları ve nâmuslarını korudular.
Alınları Allah huzurunda secdeye vardı ama, başkaları karşısında alınlarını dik tuttular. Kalbleri güzelliklerden hoşlanırken, bütün çirkinliklerden de nefret ettiler. Akılları hakka inandı ve bütün batılları reddetti. Bir ellerini Allaha açtılar, diğerini insanlara uzattılar.
Dine inandılar, çünkü dünyayı yüceltmek istiyorlardı. Dünya için çalıştılar, çünkü bu yolla dine hizmet etmek istiyorlardı. Din ile dünyayı bir araya getirdiler, çünkü dünyada izzet ve şeref sahibi olmayı, Âhirette kurtulanlardan olmayı arzu ediyorlardı.
Dünyaya hükmettiler de onu güven ve sulh ile doldurdular. Musîbet rüzgârları onlara doğru esti ama, onları sabır ve tebessümle karşıladılar. Kim onlara düşmanlık beslediyse dünyayı onların başına yıktılar.
Şehîdlerin kanı onlara göre gençlerin ve yaşlıların güzel kokusu gibidir. Düşmanların oku onların göğüslerinde izzet ve olgunluğun işâretidir. Dinleri yolunda ölüme atılmak onlar için kadın ve çocukların şarkısına benzer.
Aslında onlar hiç bir nesle benzemeyen tek bir nesildirler. Diğer insanlara benzemeyen gerçek er kişidirler. Diğer ümmetlere benzemeyen önder bir ümmettirler. Allah (c.c.) onlardan şöyele bahseder:
Siz insanlar için çıkarılmış en hayırlı bir ümmetsiniz. (Al-i İmran/110)

Gençler!

Dillerin tekrarladığını, hançerlerin haykırdığını çokça duyduğumuz beş slogan vardır ki, bunlar:
GAYEMIZ ALLAHDIR.
ÖNDERİMİZ RASÛLÜLLAHTIR.
DÜSTURUMUZ KURÂNDIR.
YOLUMUZ CİHÂDDIR
ALLAH YOLUNDA ŞEHÎD OLMAK EN YÜCE EMELİMİZDİR.
Ancak, şurada burada mümin ağızlarından taşan bu sloganların kalblerde iş görmesi ve nefislerde iz bırakması, bunları söyleyenlerin, İslâm peygamberinin kurup Halîfeleriyle Ashâbının ve kıyâmete kadar iyilikte onlara tabîolanların devam ettirdikleri ilk medresenin öğrencilerini örnek edinmeleriyle mümkündür. Bu medrese öyle erleri, öyle kahramanları mezûn etti ki, onlar, devamlı şekilde, her zaman ve her yerde, müslüman nesilleri ilim ışığıyla aydınlattılar, iman ve ihlâsla aydınlattılar, cihâd ve fedâkârlık konusunda aydınlattılar, kararlılık ve azimle aydınlattılar, tebliğ ve davetle aydınlattılar, ahlâk ve iyi muamele konusunda aydınlattılar.
Gençlerimiz bu beş sloganı huy edinir, bunların izleri sözlerinde ve işlerinde görülür ve hayatlarında tatbik ederlerse, İslâmın izzet ve varlığının geleceğine, müslümanların birlik ve hâkimiyetlerinin kurulacağına ümit beslemek gerekir. Bunu gerçekleştirmek Allaha güç gelen bir şey değildir.
GÂYEMİZ ALLAHDIR

Gençler!

Gayemiz Allahdır şiârıyla ahlâklanmanın ne demek olduğunu biliyormusunuz?
Her sözünüz ve işinizde, her ibadet ve cihadınızda Allah'a ihlâsla bağlanacaksınız ki Allah sizleri ihlâslı kullarından kabul etsin. Her zaman şu ayeti dilinizden düşürmeyin:
De ki, şüphesiz benim namazım da, ibadetlerim de, dirimim de, ölümüm de hiç bir ortağı olmayan, alemlerin Rabbi Allahındır. Ben böylece emrolundum. Ben müslüman olanların ilkiyim.(El-Enam:162-163)
Vicdanınızın en derin noktasından inanmalısınız ki, Allahın dini İslâm hidayete erdirici, kurtarıcı kaplayıcı ve ebedidir. Diğer bütün beşeri sistemler bir aldanış, bir tlihsizlik, bir bilgisizlik örneğidir.
Aralarında Allahın indirdiği ile hükmet, onların keyflerine uyma, Allahın sana indirdiği (hükümlerin) bir kısmından caydırmalarına karşı onlardan kaçın. Eğer onlar (indirilen hükümleri kabulden) yüz çevirirlerse bil ki Alalh, günahlarının biri sebebiyle bile kendilerini mutlaka musibete uğratmak istiyordur. İnsanlardan bir çoğu muhakkak ki Allahın emrinden dışarı çıkanlardır. Onlar halâ cahillik devrinin kötü hükmünü mü arıyorlar? Kesin bilen (ve inanan) bir kavim indinde hükmü Allahdan daha güzel olan da kimdir?(El-Maide:49-50)
Allahın emrettiği ve nehyettiği her şeyi tam bir teslimiyetle kabul etmektir. Bu Allaha imanın ve Ona kulluğun gereğidir. Çünkü Allah yaratıcıdır. Yarattıklarına ait hususlarda istediği şekilde tasarrufta bulunmak sadece Ona aittir. O her şeyi bilendir. Dolayısıyla kullarının yararına olan nizamları, proğramları ve hükümleri en iyi bilen Odur. O hakimdir. Her şeyi, menfaati celbedecek zararı giderecek şekilde, en uygun bir surette yerli yerine koyabilecek olan yine Odur.
Müminlerin emîri Hz. Ömer b. El-Hattab (r.a.)in Rasûlüllah (s.a.v.)in Hacerül Esvedi öpüşünü bir hikmet aramaksızın selâmlayıp öperken söylediği sözleri örnek almanız size yeterlidir. O Hacerül-Esvedi öperken şöyle demişti:
Biliyorumki sen bir taşsın. Ne zarar, ne de fayda verirsin. Rasûlüllah (s.a.v.)in seni öptüğünü görmeseydim, ben de seni öpmezdim.(Buharî, Müslim)
Cenâb-ı Hakk şöyle buyurur:
Allah ve peygamberi bir işe hüküm ettiği zaman gerek mümin bir erkek; gerek mü^min bir kadın için işlerinde kendilerine seçme hakkı verilmemiştir.(El-Ahzâb/36)
Kalblerinizin en derin noktasından kesinlikle inanmalısınız ki, dirilten de, öldüren de, izzet veren de, zelîl kılan da, fayda sağlayan da, zararlandıran da Allahdır. Her şeyin tasarrufu Onun elindedir. Her şeye gücü yeten de Odur.
Şu halde iyi kötü her durumda Onun hükmüne boyun eğmeniz, başınıza gelecek her şetde Onun takdirine razı olmanız, her sıkıntıda Onun hükmüne sabretmeniz gerekir.
Şu âyet-i kerimeyi devamlı göz önünde bulundurmanız size yeterlidir:
Andolsun ki sizi, biraz korku, biraz açlık, biraz da mallardan, canlardan ve mahsûllerden yana eksiltmekle imtihan edeceğiz. Sabredenlere (lûtf-u keremimi) müjdele. Ki onlar kendilerine bir belâ geldiği zaman:Biz (dünyada) Allahın (teslim olmuş kulları)yız ve biz (Ahirette de) ancak Ona dönücüleriz diyenlerdir. Rablerinden mağfiretler ve rahmet hep onların üzerinedir ve onlar doğru yola erdirilenlerin tâ kendileridir.(El-Bakara/155-156-157)

İnsanlar sizden ister hoşnut olsunlar, ister kızsınlar, ister sizi övsünler, ister kötülesinler, ister sizden yüz çevirsinler, ister size yönelsinler, hiç birine aldırmadan Allahın rızasını ve korkusunu varlığınızın hedefi yapmadıkça,Gâyemiz Allah'dır. şiârını gerçekleştirmeniz mümkün değildir.
Bu konuda da şu âyeti kerimeyi göz önünde bulundurmalısınız:
Eğer onlar müminler iseler Allah ve Rasûlünü razı etmeleri daha doğrudur.(Et-Tevbe /62)
Rasûlüllah (s.a.v.)in şu Hadîslerini de hatırınızdan uzak tutmayınız:
Allah'ı gazablandırmak pahasına insanları hoşnut edeni, Allah insanların eline bırakır. Allah'ı razı etmek pahasına insanları kızdıranlara karşı ise, Allah kâfidir.(Tirmîzî, Ebû Nuâym)
Rabbını gazablandıracak bir konuda idareciyi hoşnut eden Allah'ın dininden çıkmıştır. (Hâkim)
Allahın sevgisini ve rızasını kazanmak konusunda şu şiiri söyleyen ne güzel söylemiştir:
Sen bana tatlı davranırsan, isterse hayat acı olsun aldırmam
Sen benden hoşnut olursan, insanların öfkesi bana vız gelir.
Seninle benim aramdaki sevgi mâmûr olsun da
İsterse dünya ile benim aramdaki harâb olsun, umurumda değil
Senin sevgin gerçek olursa, her şey bana kolaylaşır.
Toprak üzerindeki her şeyin değeri toprak olmakla kalır.

 

“Önderimiz Rasûlüllah’tır” Şiârını gerçekleştirmenin manâsının ne olduğunu biliyor musunuz?

Bu, beşeri kahramanlıkların ve insânî olgunlukların tamamını şahsında, en üstün şekilde temsil eden, Fahr-i Kâinât’a kayıtsız şartsız uymakla olur. Fahri kâinât Muhammed Mustafâ (s.a.v.) her zaman küfrün karanlık ufuklarını, câhiliyet engellerini kaldıran ve insanlığın yolunu aydınlatan bir nûrdur. Asırlar ve nesiller geçtikçe insanlık Rasûlüllah (s.a.v.)’in şahsiyetinde en olgun önderi, en sağlam örneği, en nûrlu rehberi bulacaktır.

“Allah elçiliğini nereye vereceğini en iyi bilendir.” (El-En’âm/124)

Ebedî Risâletin sahibine has olan en güzel ve büyük önderlik, ister ibâdet ve zühde, bağlı olsun, ister alçakgönüllülük ve yumuşakbaşlılıkla ilgili olsun ister güç ve cesarete ait olsun, ister ince siyaset ve prensiplerde sebata bağlı olsun harkesi ve herşeyi kapsamına alır.



Gençler!



Geliniz; Onun ululuk denizinden ve olgunluğunun pınarından içelim de susuzluktan kurtulalım, cahiliyet kirlerinden arınalım ve halk arasında örnek olalım.

Geliniz de, Rasûlüllah (s.a.v.)’in en üstün derecesine ulaştığı kulluk önderliğini taklit edelim. Muğîre b. Şû’be (r.a.), Buhari ve Müslüm’in rivâyet ettikleri bir Hadîsde şöyle der:

“Rasûlüllah (s.a.v.) gece ibâdetine o kadar devam etti ki, ayakları rahatsızlandı. Kendisine:

-Yâ Rasûlallah! Allah senin geçmiş ve gelecek günâhlarını mağfiret etmedi mi? Denildiğinde,

“-Rabbime şükreden bir kul olmayayım mi?” Buyurdu.

Buharî ve Müslim’in rivâyet ettiği bir Hadiste Alkame (r.a.) şöyle nakleder:

Aişe (R. Anha)’ya:

-Rasûlüllah (s.a.v.) her hangi bir güne özel bir ibâdet yapar mıydı? (Yanı bazı günler fazla ibâdet yapar mıydı?) diye sordum,

“-Hayır, Rasûlüllah’ın ibâdeti, kesintisiz devamlı idi. Hanginiz Rasûlüllah (s.a.v.)’in dayanabildiğine dayanabilir ki? Cevabını verdi.”

İşte onun kalbi. Canab-ı Hakk’a böyle bağlı idi. Her zaman kalbi hakla beraberdi. Daima ibadet ve münâcat varlığını kaplamıştı. Gecesinde ibâdet için kalkardı. Gündüzün de bir kısmını ibadete tahsis ederdi. Namazda en üstün kulluk tadını bulurdu. Namaz gözünün nuru idi. Kendisinin yapıpta Ashabının güç yetiremiyeceği ibadetlerde onların kendisini taklid etmelerini yasaklardı. Aişe (R.Anha) şöyle der:

“Rasûlüllah (s.a.v.) yapmayı çok istediği ibadetleri, halk yapar da üzerlerine farz oluverir endişesiyle, bazan terkederdi.”

Rasûlüllah (s.a.v.)’in ibadetlerinde dikkatleri çeken bir nokta var ki o da, en yüksek seviyesine ulaştığı ibadetle, dünya işleri, tebliğ görevi ve cihad hareketinin arasını şaşılacak bir ahenkle bir arada yütütebilmiş olmasıdır. O, bütünüyle bir toplulukla uğraşıyor. Yeryüzünün o gün için en genç devletini idare ediyor, devlet başkanlarına elçiler göndererek onları Hak yola davet ediyor, gelen heyetleri karşılayıp ağırlıyor, seriyyeler gönderip onları yönetiyor, etrafındaki diğer din ve saltanat mensuplarıyla mûcadele ediyor, zafere hazırlanıyor, bozgundan korumaya çalışıyor, valiler tayin ediyor, zekâtları toplayıp getirtiyor, bu malın bizzat taksimatını yapıyor ve, “Ben adil davranmazsam, kim adil davranabilir?” buyuruyordu.

Allah’ın dinini halka tatbık ediyor, vahyin öz olarak temas ettiklerini açıklıyor, kapalı olanlarını açıyor, tatbik şekillerini belirtiyor, temel kaidelerden tali meseleleri çıkarıyor, Allah’ın bildirmediği hususları, Allah’ın bildirdiklerine muracaatla belirtiyordu. Bütün bu hususlarda, dünyanın en dayanıklı insanının bile yorulacağından daha çok çalıştığı halde günlük işlerini aksatmadan yerine getiriyor, bütün bu meşguliyet ve sıkıntılara rağmen manastırlara ve dağ başlarına çekilenlerden daha fazla Allah’a bağlı kalarak gece gündüz ibadetlerini aksatmamakta güneş gibi ortaya çıkıyordu.

Din ve dünya’yı böyle bir arada yürütebilmesiyle, kahramanlar kahramanı sallâlahü aleyhi vesellem, insanlık tarihinde, eşi bulunmaz bir örnek durumundadır.

Rasûlüllah (s.a.v.) nasıl ibâdetin (kulluğun) en yüksek mertebesinde olmasın ki O, Allah’ın emrettiği her çeşit gece namazını, her çeşit ibâdeti, tesbihi, zikri ve duâyı eksiksiz yerine getiriyordu.

“Ey elbisesine bürünen Habibim, gecenin birazı hariç olmak üzere (namaz ve ibâdet için) kalk. (Gecenin) yarısı miktârınca, yahut ondan birazını eksilt. Yahut (o yarının) üzerine (ilâve edip) artır. Kur’an’ı da açık açık, tane tane oku. Hakikat Biz sana ağır bir söz vahyediyoruz. Gerçekten, gece (yatağından ibâdete) kalkan nefs (yok mu?) o, hem uygunluk itibariyle daha kuvvetlidir, hem kıraatce daha sağlamdır.” (El-Müzzemmil( 1-6)

“Gecenin bir kısmında da uyanıp, sırf sana mahsûs fazla (bir ibâdet) olmak üzere onunla (Kur’ân ile) gece namazı kıl. Ümîd edebilirsin, Rabbin seni bir Makam-ı Mahmûd’a (şefaât makamına) gönderecektir.” (El-İsrâ/79)

“Sabah akşam Rabbinin adını an. Gecenin bir kısmında Allah’a secde et (namaz kıl) Gecenin uzun bir bölümünde de O’nu tesbîh (ve tenzîh) eyle.” (Ed-Dehr/25-26)

Geliniz, Rasûlüllah (s.a.v.)’in en üstün mertebesine ulaştığı zühd hayatını örnek alalım.

Abdullah b. Mes’ûd (r.a.) şöyle anlatır: Rasûlüllah (s.a.v.)’in yanına girdim. Bir hasır üzerine uzanmış buldum. Hasırın sertliği teninde izler bırakmıştı. Ben:

-Yâ Rasûlallah! Senin için hasırla vücüdün arasında, seni onun sertliğinden koruyacak bir minder edinsek, dedim.

Rasûlüllah (s.a.v.):

-Dünyadan ve onun rahatlığından bana ne. Dünyada ben, bir ağacın gölgesinde biraz eğlendikten sonra kalkıp orayı terkederek giden bir yolcu gibiyim.” Buyurdu.

Aynı zamanda O şöyle buyurdu:

“Allah’ım, Muhammed’in ailesinin rızkını ihtiyâçlarına yetecek kadar kıl.”

Rasûlüllah (s.a.v.) nasıl zühdün en üstün seviyesinde olmasın ki O, Allah’ın kendisi hakkında irâde ettiğini ve istediğini yerine getirmiştir:

“Elbette Ahiret senin için dünyâdan hayırlıdır.” (Ed-Duhâ/4)

“Kâfirlerden bir sınıfa, sırf kendilerini fitneye düşürmemiz için, faydalandırdığımız bu dünya hayatına ait zînetlere ve debdebelere sakın iki gözünü dikme. Rabbinin rızkı hem daha hayırlı, hem daha süreklidir.” (Tâhâ/131)



Gençler!



İslâm ve kâinât peygamberinin nefsini zühd, kanaat ve yeterince yaşamaya alıştırmakla, kendine ve ailesi halkına, Allah’ın kulları için yarattığı nîmet ve rızıkları haram kıldığı manâsını çıkarmayın. Rasûlüllah (s.a.v.) böyle hareket etmekten tamamen uzaktır. Çünkü kendilerine evlenmeyi, et yemeyi, oruçlu gezmeyi, dünya nîmetlerini tadmayı haram kılan bazı Ashâbın bu hareketlerini kınayan O’dur.

Yine O’nun zâhidliğinin fakirlikten, elinin darlığından, yiyecek azlığından kaynaklandığını zannetmekten de sakının. Çünkü, şâyet O, hayatın güzelliklerini, nîmetlerini, zînetlerinden yararlanmayı isteseydi dünya O’na koşa koşa gelirdi. Ancak O zühdü ve iffeti, en önemlilerini size anlatacağım bazı sebeplerden tercih etti:

a) Zühd ve takvasıyla, gelecek müslüman nesillere sevgiyi, cömertliği ve diğergâmlığı öğretmek istedi.

Beyhâkî, Aişe (r.anhâ)’nın şöyle dediğini rivâyet etmiştir:

“Rasûlüllah (s.a.v.) üç gün üst üste karnını doyurmamıştır. İsteseydik biz de karnımızı doyururduk. Ancak Rasûlüllah (s.a.v.) başkalarını kendi nefsine tercîh ederdi.”

Rasûlüllah (s.a.v.) fakirlikten korkmayan birinin ihsânda bulunduğu gibi, iyilik yapar, ihsânda bulunurdu.

b) Kanaatkâr ve idâreli bir yaşayışla müslüman nesillere örnek olmak istedi.

Rasûlüllah (s.a.v.), dünya zînetlerinin ve bunların fitnesinin müslümanları davet ve cihâd vazifesinden alıkoymasından, nîmet ve bolluğa dalarak şımarmalarından ve Allah’ın ismini yüceltmekten kaçınmalarından çekiniyordu. Dünya refahının artarak, daha önceki milletlerin helâk olmaları gibi, kendi ümmetinin de helâkine sebep olmasından çekiniyordu.

Buharî ve Müslim rivâyet ederler ki, Ebû Ubeyde (r.a.) Bahreyn’in zekâtıyla gelirken Ensarlı’lar, sabah namazından sonra onu karşılamaya çıktılar. Onların bu halini görünce Rasûlüllah (s.a.v.) tebessüm etti ve şöyle buyurdu:

- Zannediyorum ki, Ebû Ubeyde’nin Bahreyn’den bir şeylerle döndüğünü duydunuz.

Ensarlı’lar:

- Evet yâ Rasûlallah öyle oldu, dediler. Bunun üzerine:

- Sevinin ve sizi sevindiren şeyleri ümitle bekleyin. Allah’a yemin ederim ki, sizin için korktuğum şey fakirlik değildir. Ancak dünyanın sizden önceki ümmetlere olduğu gibi sizin de önünüze serilmesinden, bunu elde etmek için onların yarış ettiği gibi sizin de yarışmanızdan, netice de onların helâk olduğu gibi sizin de helâk olmanızda korkuyorum, buyurdu.”

c) Kalblerinde hastalık olan münâfıklara, misyonerlere ve diğer İslâm düşmanlarına, insanlara yaptığı tebliğ karşılığında mal toplamak, fanî ihtişâm elde etmek, gelip geçici dünya saltanatına, alâyişine kapılmak, dini istismar ederek dünyaya hâkim olmak gibi emellerinin olmadığını anlatmak istedi.

O tek olan Allah’dan sevap beklemeyi, mülkiyetinde hiç bir dünyalık olmadan Rabbine kavuşmayı arzu etmiştir. Dünyadan elde ettiği sadece gününe yetecek kadar az bir yiyecek ve vücudunu örtecek kadar bir elbisedir. Vefat ettiğinde evinde kalan bir kaç ev eşyasıyla bir kaç kuruş fakirlere sadaka olarak dağıtılmıştır. Onunda diğer peygamberlerin durumu budur:

“Ey kavmim! Bu tebliğlerin sebebiyle sizden hiç bir mal istemiyorum. Benim mükâfatım Allah’dan başkasına aid değildir.” (Hûd/29)

Gliniz, Rasûlüllah (s.a.v.)’in en yüksek derecesine ulaştığı afivkârlığını ve yumuşak başlılığını örnek edinelim. O bedevîlerin kabalıklarına karşı afivkârlık ve yumuşaklık gösterdiği gibi, zafer kazanıp güçlendikten sonra bile kibirli düşmanlara karşı insanca davranmıştır.

Bedevîlerin kabalıklarına karşı afivkârlık ve yumuşaklık göstermesine iki örnek verelim:

a) Buharî, Abdullah (r.a.)’den rivâyet eder:

“Huneyn’de zafer kazanılıp ganîmet paylaşıldığı gün Rasûlüllah (s.a.v.) bazı kişilere fazla mal vermeyi tercih etti. Akra’ b. Habîs (r.a.)’e yüz deve, verdi. Uyeyne (r.a.)’e de aynı miktar verdi. Bazı kimselere de böyle verdi. Bir adam:

- Vallahî, bu taksimde âdil davranılmadı ve bununla Allah’ın rızası gözetilmedi, diye dedikodu yaptı. Ben kendi kendime: “Vallahî bunu Rasûlüllah (s.a.v.)’e haber verceğim” dedim. Varıp haber verdim. Rasûlüllah (s.a.v.):

- Allah ve Rasûlü âdil davranmazlarsa kim âdil davranabilir ki?... Allah Musâ’ya rahmet etsin. Bana yapılandan daha çok eziyet gördü, ama sabretti, buyurdu.”

b) Buharî ve Müslim, Enes (r.a.)’den rivâyet ederler:

“Rasûlüllah (s.a.v.) ile beraber yürüyordum. Üzerinde kenârları kalın, sert bir Necran kaftanı vardı. Bir bedevî ona yetişti ve kaftanını şiddetle çekti. Gördüm ki, onun şiddetle çekmesinden Rasûlüllah (s.a.v.)’in boğazında kaftan iz bırakmış. Bedevî:

- Yâ Muhammed! Emrette bana, senin nezdindeki Allah’ın malından versinler, dedi.

Rasûlüllah ona baktı ve güldü. Sonrada ona ihsanda bulunulmasını emretti.”

Güç ve zafer kazandıktan sonra bile kibirli düşmanlara insanca davranması:

Bu konuda fetihten sonra Mekke’lilere karşı davranışına bakmamız yeterlidir. Halbuki Mekke’liler ona eziyette ileri gitmişlerdi; Aşırı işkence etmişlerdi. Öldürülmesi için plânlar hazırlamışlardı. Aleyhinde dedikodu etmiş, yalan söylemiş ve iftira etmişlerdi.

Onun âfivkârlık ve güzel muâmelesinin aynasında şerefli, kerîm şahsiyeti bütün güzelliğiyle gözleri kamaştırır. Arap yarımadasının eşini görmediği, Mekke’yi dolduran, atlıların ayak basacak yer bulamadığı büyük bir ordunun fatih kumandanı olarak ona bakınız... O’nun âfivkârlığıyla yeryüzü dopdolu olduğu zaman ona dikkat ediniz. Kibrinden yeryüzünde nereye bastığını bilmiyecek derecede gururlanan ve Rasûlüllah (s.a.v.)’e ellerinden gelen kötülüğü yapmaya çalışan Mekke uluları iyilikle, ihsânla cezalandırıldılar, af ile, güzellikle karşılık gördüler. Halbuki o devrin devlet başkanları kafa kesmekten başka bir şey bilmiyorlardı... Rasûlüllah (s.a.v.) Mekke halkını topladı, onlara güven ve teminat verdi ve şu ebedî sözünü söyledi:

- Size nasıl muâmele edeceğimi zannediyorsunuz?

- Şerefli kardeş, şerefli kardeş oğlu, hayırla muâmele edeceğini umarız, dediler.

- Gidiniz, hepiniz serbestsiniz, buyurdu.

Nasıl olmasın ki, Cenab-ı Hak yüce kitabında şöyle buyurmuştur:

“Habibim sen, afve sarıl, iyiliği emret, cahillerden yüz çevir.” (El-A’raf/ 199)

“Şimdilik sen aldırış etme, (onlara karşı güzel muamelede bulun.” (El-Hicr/ 85)

Geliniz, Fahri Kâinatın hem cahiliyet döneminde, hem İslâm döneminde en büyük örneğini verdiği kahramanlığına, cesaretine uyalım.

Sizlere onun kahramanlık ve cesaretinden bazı örnekler verelim ki, ona uyasınız. Dolayısıyla hak, hidayet ve dosdoğru yol üzerinde bulunduğunuz sürece zalimlerden, tağutlardan ve İslâm düşmanlarından korkmayasınız. “Rasûlüllah (s.a.v.) hayatı boyunca cesareti konusunda tecrübe edildi. Hiç bir zaman onda pısırıklık ve zaaf eseri görülmedi. Bu cesaret doğumundan itibaren onun ayrılmaz bir sıfatı idi. Gerek vahiy gelmeden önce, gerek vahiy gelmeye başladıktan sonra kahramanlıkta güneş gibiydi.

Daha çocukken kendisine Lât ve Uzza’ya yemin etmesi istenmişti de, “Bu ikisinin adını anarak bana bir şey sorma. Vallahi, bu ikisine duyduğum nefret kadar hiç bir şeye nefret duymuyorum.” Demişti.

Bu çocuk bu cesareti Mekke’lilerin ilâhlarına karşı gösteriyor, cezalandırmalarından korkmuyordu.



Gençler!



O günleri hatırlayınız ki Kureyş, Rasûlüllah (s.a.v.)’e çeşit çeşit eziyetler ediyor, O’nu elemden leleme sürüklüyorlardı. Onların köpeklikleri o dereceye vardı ki, onu taşlamaktan, başına toprak dökmekten geri kalmadılar. Bu son hakaret üzerine kızı Fâtıma (r. Anhâ) gelmiş, bir taraftan babasının mübârek başını yıkıyor, bir taraftan da ağlıyordu. Onun yüce kalbine kızının gözlerinden yaş damlalarının düşmesinden daha ızdırap verici bir şey olamazdı. Kalbi kızına sevgi ve merhâmetle dolu idi zaten.

Kalbindeki bu sevgi ve izzet nefis duygularını birlikte harekete getiren önemli durumda yüce Peygamberimiz Efendimizin ne yaptığını zannetiyorsunuz? Hiç bir şey yapmadı sadece kızına şöyle demekle yetindi:

“Hayır, yâ Fâtıma! Allah mutlaka babanı onlardan koruyacaktır. Vallahî, Kureyş, Ebû Talîb’in vefâtına kadar bana hoşlanmıyacağım bir şey yapamamıştı.”

Hepinizde amcasıyla arasında geçen olayı biliyorsunuz. Kureyş amcası Ebû Talib’e müracaât ettiğinde O, amcasının kendisini onlara teslim edeceğini, onu küçük düşüreceğini veya ondan yardımını esirgeyeceğini zannediyordu. İşte bu noktada biraz duraklıyalım da, tertemiz bir kalbden fışkıran hakk ve imân sözlerini dinleyelim, risâlet sahibinin dilinde tekrarlanan prensipler üzerinde sebât ibarelerine kulak verelim. Ve bunu dünyaya haykıralım da gerçek iman ve sebât nasıl olurmuş, gerçek er ve gerçek kahraman nasıl olurmuş görsünler. O amcasına şöyle demişti:

“Allah’a yemin ederim ki, ey amca! Bu dini tebliğ etme işini terketmem karşılığı olarak güneşi sağ elime, ayı da sol elime koysalar risâlet görevimi bırakmıyacağım. Allah beni üste çıkarıncaya kadar davamdan vazgeçmiyeceğim.”

Sonra kalktı ağlıyarak yürüdü. Amcası onun kırılmaz azmini ve sağlam yıkılmaz kararlılığını görünce.

“Yeğenim, git ve istediğini söyle. Vallahi seni hiç bir şekilde onlara teslim etmem.” Diye haykırdı. Ve şu şiiri okudu:

“Vallahi hepsi toplansalar da sana dokunamazlar.” “Amcan toprağa başını koyuncaya kadar.”

İnancı ve prensipleri yolunda hangi sebat bundan daha yücedir? Hangi imtihan imanı yolunda bundan daha büyüktür?

Yine bilirsiniz ki Mekke müşrikleri, onu davetinden alıkoymak, risâlet vazifesini bıraktırmak için çeşit çeşit yollar, metodlar denediler. O bunların hiç birinden etkilenmedi, boyun eğmedi, teslim olmadı. Aldatmaya, yanıltmaya çalıştılar boyun eğmedi, gevşemedi. Baskı ve zor kullandılar yılmadı. Alay etme, yüz çevirme, küçük düşürme, iftira etme yollarını denediler aldırmadı. Kendisine ve kendisine yardım edenlere genel boykot uyguladılar, oralı olmadı. Son olarak aldatmaya çaliştilar, kanmadı.

Medine’ye hicret ettikten sonra da onu davasından çekip almak, Ashabından koparmak için hücüm üstüne hücüm ettiler, yıpratıcı savaşlar yaptılar ama bütün bunlar onun, Allah’ın dinini yüceltme yolunda, İslâm risâletini dünya’ya tebliğ uğrunda daha da hırslanamsından başka bir netice vermedi.

Rasûlüllah (s.a.v.) İslâm yolunda mücadeleye aralıksız devam etti. Bu din yolunda cihadı hiç bırakmadı. Bu uğurda akla gelebilecek her çeşit işkenceye ve sıkıntıya göğüs gerdi. Ama sonunda insanlar gurup gurup, kabile kabile, ülke ülke İslâm’a akın etti.

Sonunda zaferi İslâm kazandı, İslâm’ın devleti, hâkimiyeti kuruldu. Bütün bunlar, bu davetin sahibinin cihadının faziletiyle, kararlılığıyla, yıkılmazlığıyla ve azmiyle kazanıldı.

Rasûlüllah (s.a.v.) bu sebat ve kararlılık sıfatıyla nasıl gözler önünde parlamasın ki, Cenab-ı Hakk Kur’ân.ı Kerîm’de şöyle buyururken:

“Ey Peygamber, Rabbinden sana indirileni tebliğ et. Eğer yapmazsan (Allah’ın) elçiliği görevini tebliğ etmemiş, yerine getirmemiş olursun.” (El- Maide/ 67)

“O halde Habibim, peygamberlerden azim sahibi olanların sabrettikleri gibi sen de sabret.” (El- Ahkâf/35)

“Ey mü’minler, yoksa siz, sizden önce geçenlerin hali başınıza gelmeden Cennet’e girivereceğinizi mi sandınız? Onlara öyle yoksulluklar ve sıkıntılar gelip çattı ve (çeşitli belâlarla) sarsıldılar ki, hattâ peygamberleri beraberindeki mü’minlerle birlikte: “Allah’ın yardımı ne zaman?” diyordu. Gözünüzü açın: Allah’ın yardımı yakındır muhakkak.” (El-Bakara/214)

İşte size “Önderimiz Rasûlüllah (s.a.v.)’dir” parolasının anlamından biraz sunduk. Bu yazdıklarımız, Rasûlüllah (s.a.v.)’in büyüklüğü yanında denizden bir damla kabilindendir. Onun hayatının darbı mesel olan örneklerini, ahlâk denizinin genişliğini daha iyi kavramak isteyenler tarihçilerin yazdıklarına, muhaddislerin rivâyetlerine baş vursunlar. Orada derdlerine şifa olacak, susuzluklarını giderecek malümatı bulacakalardır.



Gençler!



İslâm ve kâinat peygamberinin şahsında canlı bir vücüt haline gelmiş insanî olgunluğu örnek edinmek istiyorsanız azminizi pekiştiriniz, gayretinizi artırınız. İşte bu sizin her konuda diğer insanlardan ayrı ve üstün olmanızı sağlar; ibadette, zûhd ve takvada, tevazuda, hikmette, sebatta, güzel ve yerli yerince konuşmada... bütün kemal sıfatlar ve güzel ahlâkta...



Gençler!



“Önderimiz Rasûlüllah (s.a.v.)’dir.” Parolasını gerçekleştirdiğiniz takdirde söz söyleyenler değil iş yapanlar, iddia edenler değil uygulayanlar olduğunuzu göstermiş, ispatlamış olacaksınız.

İşte o zaman halk size güvenecek, davetinize uyacak, sözlerinizden etkilenecek, kanatlarınız altında toplanacak ve hedeflerinizi gerçekleştirmekte size yardımını esirgemeyecektir. Çok geçmeden İslâm nizamı, övünülecek yönüyle, güç ve şerfiyle diğer nizamlardan üstün olduğunu bütün dünya ya gösterecektir.

İşte o zaman mü’minler, Allah’ın verdiği zafere sevinecektir. Allah zaferi dilediğine verir. O Azizdir, merhamet sahibi Rahimdir.

 
 
  Bugün 15 ziyaretçi (19 klik) kadar muminkardes buradaydı  


*

*Parolanınız               Tekrar Parolanız

Şifreniz en az 5 karakter,en çok 12 karakter olabilir.



*

Eğer e-posta adresinizin serverları bunlardan biri değilse aşağıda görmüş olduğunuz alana e-posta adresinizi yazınız!
@.com

*


Kendinizi Tanıtınız


 


 
Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol